elli bir

~ irigitte fardot , 9/20/2019 11:30 ÖS


hissimin adı yok
cismimin var
tanıştığımıza memnunum

cismim burada kalmayacak 
akşama dinen rüzgar gibi

bir de kedi var
sebastian,
san sebastian'ı yedi

ve benlik
hem yüksek
hem derin

bakınca görür
akıl şaşar
kalp bilir

‘çıktın’ dedi 'zihinden'
müjdesini ister
verdim gitti

zaten ben seçtim
kabul etsem
ne olur

her ne ise adı
çok güzel burası
51'de de buradayım

20.9.19 ~ eski foça

brahmacharya

~ irigitte fardot , 9/09/2019 12:08 ÖS

 9/9/19


Gözlerim dolu. Aşağıda şimdiden birkaç paragraf var ama yazdıklarımı neden yazdığımı yeni fark ettim. Bu fark ediş bir elektrik akımı gibi geçti vücudumdan. Gördüğünü anladığın anlarda olur ya. Gözlerime birer mercek eklemesi anlamlı. Hissetmeyi seviyorum. 


İstediklerimi yaptım, yapıyorum. Kendim yaparım, başkasından istemem. Çocukluğumdan beri böyle oldu. Bununla birlikte aslında ne istediğimi belirlemekte güçlük çektiğim zamanlar çoğunlukta çünkü aslımdan topuklarımı popoma vura vura kaçıyordum. Bu kaçma hali çıktığı yer neresi olursa olsun hayatın her alanına sirayet ediyor. Gerçekten yaşamak ile yaşamanın, kimi zaman da yaşamakla 'aynı işte nolsun ya'nın arasında kalıyorsun. İçimde bir yer hep sıkışık kalacak sanıyordum. Mutlu, genellikle tasasız bir çocukluktan sonra ilkokul sonu ortaokul başı gibi pek de kolay olmayan bir dönem başladı ve üniversiteyi bitirip bir işe girene dek sürdü. İş sonrasında periyotlar halinde geldi gitti. Epey yordu ama azaldı, benim için en azı ne kadarsa o kadar şimdi. 


Küçük bir flashback: Ortaokuldayken ne hissettiğimi çok iyi bilip bunun bir çaresinin olmadığını düşünerek yazdıklarımı hatırlıyorum. Tedavisi olmayan hastalık gibi. Ağlıyor, yazıyor, yazdıklarımı çöpe atıyordum. Sonraları atmak yerine saklanmayı, şifreli konuşmayı öğrendim. (En yakın arkadaşımla -ve büyük aşkımdı- notlarımız/mektuplarımız için bir şifre/alfabe hazırladım. Hala ezberimde.) Sadece kendi kendime değil dünyaya da anlatmak isterdim çünkü bir yaradılış, bir kader olarak :d ifade etmeyi, ifadeleri önemsiyorum. Bilimsel konuşayım; YAPISAL işte. Anlatmak için hangi yolları bulacağım diye retoriği öğrendim bir bebeyken. Fakat anlattığımı ben bile sezgisel olarak anlıyordum, hep süzülecek, sezilecek şekilde koydum kendimi ortaya. Kendimi açık edemiyor, büyüdükçe daha çok yerimi saklıyor bir yandan da birinin beni görmesine deli gibi ihtiyaç duyuyordum. Kendimi sevmiyordum. Bi tuhaflık vardı, epey değersiz hissettiriyordu. Kilo aldım, içime kapandım, notlar da düştü. Aile ile ilişkiler kötüydü. Çünkü ilişkimiz yoktu o dönemde. Anne ve babam ekonomik krizle, arkası yazılan çeklerle, yerel siyasetle ve birbirleriyle uğraşıyorlardı. Babam ayrıca benimle de uğraşıyordu ve yaptığı bazı şeyleri affetmem yıllar aldı. Annem pek yanımda değildi, beni anlayıp görmek gibi bir çabası yoktu çünkü ne olduğumdan çok emindi. Gözündeki resim öyle netti ki başka bir şey olamazdım. Sevgisini gösterirdi ama pek muç muç bi tip değildi. Birbirimize benim ihtiyaç duyduğum şefkati gösteremeden geçti çocukluk ve ergenlik. Arkadaşlarımı sever çoğuyla iyi anlaşırdım ama bir şeyler eksik kalırdı, derinleşemezdik. 20'lerimde geldiğimde kendimle yüzleşme girişimlerimin sayısı arttı ve her biri can yakıcıydı. Tabularla büyüdük (:ellerini iki yana açan insan emojisi:) Gerçeğimi yırtmak, buruşturup çöpe atmak kesmiyordu. Artık yazdıklarımı yakıyordum. Bildiğin ateşli yakma ya. Kendimle daha açık konuşuyor, daha açık yazıyor, sonra da okumaya katlanamıyordum. Yaşamıyor; konuşup yazıyor sonra unutuyor veya yakıyordum.


Bi zaman sonra defterlere blog post'lar eklendi, geriye dönüp dönüp düzelttiğim, çoğu zaman draft'ta bıraktığım. (Şimdi "heleler hölödür galiba…." (olmayışlarına verdiğim ihtimali hatırlayıp hatırlatmak hoşuma gidiyor) <<virgül kadın Twitter hesabımdan…….>> paylaşımlarım hep kendime telkin.)


Puzzle'ımı, tam ortadaki eksik parçası yüzünden çirkin buluyordum. Diğer parçaları da çıkarıp atasım geliyordu. Yetersizlik hissi. MEH.


Hani ölümcül hastalarda bir son iyilik evresinden bahsedilir. Ay şey işte ya, Ece'nin dediği, death bloom. O işin tersi de var. Gün doğumunun öncesi zifiri karanlık, dümdüz. Şafak sökerken ufukta bazı fobiler belirdi. Ve kasılmalar, boyun-sırt ağrıları (bugün bana beden farkındalığı kazandıran, hala çektiğim, varlıklarından bir şey öğrendiğim ağrılar), ölüm korkusu, hatta ölüm değil o, yaşayamama korkusu. Hayata güveni geç, öze olan güvenimi bile öyle derine gömmüşüm ki bulup çıkarmak mesai idi. Teşrik-i mesaim nefesimdir. Dala çıka, talim yapa yapa açtık. Açtıkça göğsüm doldu, oh. Sonra aşağı indirdim nefesimi, çekirdeğimi keşfettim. Çekirdeğimden mutlu çocukluğumda hissettiğim, hep içimde olduğunu bildiğim enerjinin aynı yayılıyor. Çekirdeğim neresi? Elimle gösteririm, tahmin ediyorum, bi yer var, orası işte. Mesai esnasında 'beni yazmışşş' kitapları okundu, 'beni demişşşş' şarkıları dinlendi, türlü ağlamalı yogalara duruldu, anneyle yakınlaşıldı, babayla barışıldı, ikisi de tekrar sevildi, bir de pek tabii güzel insanlarla rastlaşıldı. "Hadi biraccık da sen bana ayna tut", "tamam şimdi sen benim gözümden kendi içine bak" oyunları oynandı. Önce anlam arttı sonra amaaaan "boş koy anlamasak da olur" hissi geldi. Evvelden tünelin sonu ışıksızdı, sonra bi baktım tünel de yokmuş ki sana yaaa. Hay allah.


Bu bir yönelim meselesinin ötesi, bu bir ip koparma, göbek bağı düşürme. Aynı zamanda göyneğini tersyüz edip dikişlerini gösterince (+için dışına çıkınca, içinle dışın eşitlenince, itunes'tan veri kayıpsız syncing yapmayı başarınca) sana başka bakacak gözleri göze alma, güvenli limanından çıkma, pek de alışık olmadığın koşullarda de yüzme+yüzdürme. Bu bir kendini sahiplenme. Şu ara başkalarına dediğim her şeyi kendime de dedim aslında.


Sonra kendimi seçtim :))))))


Kendini seçmeden yaptığın hiçbir seçim kafi gelmiyormuş. Dürüst seçimlerin ön koşulu önce kendini seçmekmiş. Gerçeğini tanıyınca gerçekten yaşamaya başlıyormuşsun. Neyi nasıl istediğimi görmek, tanımak, açıkça söylemek konusuna daha yakından bakmaya başladım.


Kolay mı? Başkasının kolayıdır belki, benim için bi zamana dek değildi. Şimdi zorluğunu, kolaylığını, azlığını, çokluğunu eskisi kadar görmediğim bir şey artık. VAR. Canım akciğerlerim, titreşimini sevdiğim ses tellerim, bir tanecik dilim, güzel sözlerim. 


ZATEN yapısallıkla birlikte genetik kodlar var, efendime söyliyim yılan burçluluk, ejderha burçluluk filan var, anayın babayın, dedeyin ve onun kemiğinin KARARLARI var (-göklerden değil köklerden geliyor-), yaşantıları var, var da var. 


Elbette güvenden ayrıldığım anlar oluyor, olacak. Bu kadar çok 'güven' deyişimden anlıyorum.


Fakat güzel yerdeyim. Her ne ise adı, çok güzel burası. :)