Life is a state of mind

~ irigitte fardot , 6/02/2008 3:36 ÖS

May 2008, Bus. Comm. Response Paper
Movie Report

“Being There” is the story of a clueless man, Chance the gardener, who has spent all his life in isolation in the house of a wealthy man – the man who raised him since he was a little kid. When this man dies, Chance is forced to get out of the house. Having got educated only by television (if you can call it an ‘education’), this simpleton is faced with the life ‘outside’ – with no awareness at all. After getting struck by a limousine, he finds himself in the mansion of a rich and sick businessman, Ben, and his wife, Eve.

The wealthy couple confuse him with someone he has never been, Chauncey Gardiner. His virtuous look, his good-looking suits, and his blank stares along with his speeches on gardening make the people around him think that he’s a man of many talents. After becoming close friends with Ben, Chance gets to know Bobby, the President of United States. When asked about the economical difficulties US is dealing with, Chance impresses Bobby with his ‘spring and blossom’ talks and he is once again misunderstood. The conversation they have influences the President’s next speech and he starts getting invitations for showing up on live TV shows.

All these cross purposes lead to a point that is unrecallable. Even Eve, Ben’s wife, gets romantically involved with Chance. As a man whose only interest is TV, Chance doesn’t (actually, he can’t) give Eve what she wants, she takes it herself. Practically, he doesn’t give anyone what they want, but eventually everybody gets what they want from him. Because, he is just there.

*

In my humble opinion, the movie is about perception and the patterns in our minds. We love to categorize people, this is for sure. Also, we like to think inside the box, as it’s the easiest thing to do. I mean, there are some certain templates in our minds (we inherited them from our ‘instructors’, whoever they are) which we use to decide if a person is wise or not (or some other characteristic, you name it). In the movie, Chance seems suitable for the model of a wise man with all of his tailored clothes and his professional talks on gardening. Any strangeness in the conversations wouldn’t bother those who became friends with Chance, as he looks way too good for a stupid man. So all of his words are taken as metaphors.

Another reason for the series of misunderstanding is the need of being approved. With a person like Chance, there’s nothing to feel uncomfortable; because he would never judge you. Anything you do or say is approved by Chance without questioning. And you think that he did it just because he is a well-mannered person and whatever you do or say is just good to be approved.

*

Overall, the movie gives this message: Life is a state of mind. Originally said by Jack Warden (the man who plays Benjamin Rand in the movie), this sentence has all the meaning to explain what the movie is about. Everything is happening in the hedge of our perception, nowhere beyond. Nothing ever crosses over the circle of our minds. Even we can’t get out of this circle. And we live our lives the way we give meaning to things inside this circle.

People around Chance are the living examples of this aphorism. But Chance is out of this theme. Because he doesn’t use his mind at all. He doesn’t get anywhere – he is just there. (“Getting there is half the fun, being there is all of it.” – movie’s tagline)

*

As one of the audience, I play my part deciding whether Chance was walking on the water or it was just a small mound under his feet. I’m also trying to find out some things that Kosinski (the writer) or the others (director and his staff) were telling through the symbols (like the masonic one, the all seeing eye, which appeard on Ben’s grave, towards the end of the movie) or some other aphorisms. Wait, I’m getting there…

Karar alma mekanizmalarında cinsiyet eşitliği

~ irigitte fardot , 5/21/2008 9:15 ÖÖ

Mayıs 2008, Patavatsız Dergi
Mayıs-Haziran 2008, vesaIRe

Üzerine düşünmeyi tercih etmeden, aldığımız gibi aktardığımız bazı şeyler var hayatımızda; zihnimize yazdığımız bazı kodlar, sorgulamadan kabullendiğimiz, yalnızca hamallığını yaptığımız bazı geleneksel bilgiler… Hadi birini itiraf edelim: Bazı iş ve meslekler cinsiyetlendirilmiştir toplumlar tarafından, bir işi erkek yapabilirken kadın yapamaz ya da tam tersi; bir iş tamamen kadın işidir, erkeğin yapması saçma olur. Bu ön kabulu aynen alıp dünyamızı buna göre kurmuyor muyuz? Kaçımız yıkıyor bu kalıpları, kaçımız hazır olanla değil kendi ürettiği ile yaşayabiliyor?

Bu durumun yüzlerce örneği var aslında – biri de siyasetle; siyasetin, ya da seçimle gelinen herhangi bir karar alma mekanizmasının ‘erkek işi’ olduğuyla ilgili… Kimse bunu açık açık söylemiyor pek tabii. Ancak somut veriler bu durumu kabullendiğimizi, “siyasetçi/yönetici=erkek” eşitliğini içselleştirdiğimizi kanıtlıyor ne yazık ki. Zira siyasetteki ve karar alma mekanizmalarındaki kadın temsili yok denecek kadar az.

Bu somut verilere değinmeden önce kadınları ilgilendiren bazı kavramlarla ilgili idealist ve 'in a perfect world' yorumlarımı paylaşmak istiyorum en ukala halimle. Ardından oranlardan söz edip kafa karıştırmaya girişeceğim izninle.

*

Ne zaman, nerede 'kadın hakları' dendiğini duysam bunu diyen kişiyi sinirli bir şekilde süzmekten kendimi alamam. Bu iki sözcük, yan yana gelince beni geriyor. Tahmin edebileceğin gibi amaç kadın ve erkek eşitliğini sağlamakken insan hakları yerine kadın haklarından söz etmenin eşitsizliği meşrulaştırmamıza neden olduğunu düşünüyorum.

Tabii bir de 'kadın kolları' var… Aklıma, şu anda bu satırları yazmamı sağlayan parmaklarımı (ve nihayetinde ellerimi) gövdeme bağlayan güzel uzuvlarımdan başka bir şey getirmeyen bu kavram, ülkemin tüm ultra demokratik siyasi partilerinde 'çalışma grubu' olarak tezahür etmekte. Oysa partiye normal üyeyken yapılabilecek şeyler, kadınları partiden böylesine ayırarak yapılacaksa hiç yapılmasın daha iyi. Çünkü kadın kolları olgusu kendi içinde fena halde çelişiyor; ayrımcılıktan yakınanlar eşitliği kadınları partiden ayırmakta arıyor. Ve bu kollar çoğunlukla, kadın politikaları olmayan/üretmeyen partilerin uydusu olmaktan öteye gidemiyor, politik olup politikayla ilgilenmeyen örgütlere dönüşmekten kurtulamıyor.

Buraya kadar her şey tamam, şimdiye kadar paylaştığım düşünceleri hala savunuyorum. Ancak bir 'pozitif ayrımcılık' kavramı var ki, yine bu düşüncelerimin temeli yüzünden beni derin düşüncelere gark etti.

Pozitif ayrımcılık, doğası gereği ayrımcılığın yapıldığı grup için pozitif bir durum oluşturuyor ama kalanlar için olumsuzluğa neden olma ihtimali var. "Sen verme ben alırım”cı bünyem, bu kavrama gıcık oldu önce. Buna mukabil siyasi partilerdeki, kamudaki ve özel şirketlerdeki kadın kotası tartışmaları da anlamsızdı benim için başlarda. Kadınların karar alma mekanizmalarında sayılarının artmasının en ateşli destekçilerinden biriydim ama kota konusu açıldığında beynim bunu hakkın ‘alınması’ değil ‘verilmesi’ olarak algılıyordu. Kotayı savunup mükemmeliyetçi, ideallerinden ödün vermeyen fikir insanı kimliğimden sıyrılamazdım.

*

Sonra Başbakan Erdoğan’ın Ekim 2007’de Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (KA-DER) Başkanı Hülya Gülbahar ile yaşadığı kota tartışması dikkatimi çekti. Sayıca en çok kadın milletvekilini meclise taşımasıyla övünen iktidar partisinin genel başkanı, seçim öncesinde gazetelere verdiği tam sayfa ilanlarda en fazla kadın adayı partisinin gösterdiğini söylüyor, 81 ilden birer kadın adayı çıkaracaklarını vaadediyordu. Seçim sonrasında en fazla kadın adayın AKP’den gösterilmediği gerçeği çıktı önce ortaya (“Seçim Listelerinde Kadın Adayı Sayısı ve Oranları”, KA-DER). Ardından da, AKP’nin 81 ilin yalnızca 34’ünden kadın aday gösterdiğini, bu adayların hiçbirinin ilk sırada olmadığını, ilk 3’e giren kadın aday sayısının ise 12 olduğunu öğrendik. Başbakan ve partisi yeterince samimi değildi…

Üstüne üstlük başbakan kendisine “Ruanda’da bile kota uygulaması var!” diyerek kadınlara temsilde eşitlik sağlanmasını isteyen Gülbahar’a, “Zaten şu anda eşit katılım var, niye adil olmuyorsun? Neden kendin gidip kazanamıyorsun? Kardeşim git, kazan, al. Kota uygulaması bütün dünyada yok. ABD'de kota var mı? Fransa'da kota kaç? Ruanda mı olmak istiyorsun, buyur Ruanda ol, bu kadar!” diye cevap verdi. Başbakan ve partisi yeterince ciddi ve nazik de değildi…

Bu tartışmadan sonra konuyu araştırmaya başladım. Fransa ve Ruanda da dahil olmak üzere 98 ülkede kota uygulamasının olduğunu, uygulamanın bazı ülkelerde anayasal düzenleme ile bazı ülkelerde ise seçim kanunuyla düzenlendiğini öğrendim. Türkiye de ise böyle bir uygulama olmadığı için partilerin bu düzenlemeye ‘isterlerse’ kendi tüzüklerinde yer verdiklerini, ortaya da parlamentoda kadın katılımı konusunda dünyadaki 189 ülkenin içinde Malezya ile 134. sıraya yerleşen bir Türkiye çıktığını gördüm. Başbakan ve partisi konu hakkında yeterli bilgiye vakıf değildi…

*

Bulduğum diğer veriler dehşet vericiydi. 1935’te yapılan ilk genel seçimlerde yüzde 4,6 ile 18 kadının girdiği TBMM, tam 67 yıl sonra 2002 yılında kadının yalnızca yüzde 4,4’lük oranda temsil edildiği bir yere dönüşmüştü. Genel sıralamada Arap ülkelerinin gerisindeydik. Son seçimde ise 50 kadın milletvekili ile yüzde 9,1’e ulaştık. Yine Avrupa, Asya ve dünya ortalamalarının gerisindeydik ancak bu kez nihayet Arap ülkelerini geçmeyi başardık.

Durum yerel yönetimlerde daha da vahimdi. Türkiye’de yerel yönetimlerde 3225 erkeğe karşılık yalnızca 18 kadın görevdeydi. 81 ilden yalnızca birinde kadın belediye başkanımız, kabinede ise bir tek kadın bakanımız vardı (ki tarihimizde de en çok 2 kadın bakan oldu aynı dönemde), o da Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı idi, cinsiyeti yüzünden ilgilenebileceği, üstesinden gelebileceği tek görev buymuş gibi!

Eğitim alanındaki pozisyonlarda ise makam yükseldikçe kadın oranının hızlı bir şekilde düştüğüne tanık oldum. Okul öncesi öğretmenlerinin yüzde 95’inin kodlanmışçasına (“Çocuklara yalnızca kadınlar bakar” kodu) kadınlardan oluştuğunu, okul yöneticilerinde ise bu oranın 7’ye gerilediğini öğrendim. Özel sektörde ise kadın yönetici oranı yüzde 6, cinsiyetler arası ücret farkı yüzde 22’ydi! Üstelik tüm bu oranlar, birçok konuda kıstas olarak aldığımız AB oranlarıyla karşılaştırılamayacak düzeydeydi.

*

Şu sıcak havada soğuk duş etkisi yapan bu veriler, kota meselesine ve dolaylı olarak pozitif ayrımcılığa (ve hatta kendime itiraf etmekte zorlansam da 'kadın hakları' kavramına) farklı bir açıdan bakmamı sağladı. Evet, pozitif ayrımcılık, bir grubu başka bir gruba göre ayrıcalıklı kılıyordu. Ama söz konusu geleneksel iş bölümüne, cinsiyet rollerine uymak durumunda kalan, kendisine biçilen hareket alanın dışına çıkmakta zorlanan, fırsat-kaynak eşitsizliği yaşayan, gücü yetenin kazandığı hiyerarşik bir düzende varolma savaşı veren ve tüm bunları yalnızca kadın olduğu için yaşayan kadınlarsa evet, pozitif ayrımcılık artık eşitlik adına atılmış bir adımdır.

Bu durumda, tüm bu 'kadın sorunları'nın çözümü için kadınların karar alma mekanizmalarına gelme zorunluluğu zuhur eder. Özel sektörün, o büyük, çok büyük yöneticileri, kurmaylarıyla el ele verip zaten istediklerini alacak olan kadınların işlerini yokuşa sürmekten vazgeçmelidir. Devlet erkanı ise seçim öncesi göz boyamaktan fazlasını yapmalı, göstermelik, asla seçilmeyecek yerlere konmuş adaylardan oluşan listeler hazırlamayı bırakıp adayların gerçek bir seçim yarışına hazırlanmasına destek olmalıdır. Bunun adı (yine 'kadın hakları' sorunsalından yola çıkacak olursak) kadın kotası değil, cinsiyet kotasıdır.

*

Sonuç olarak kadınlar gerek kamuda, gerek özel sektörde, gerek siyasette, kısacası karar alma mekanizmalarının her kademesinde nüfustaki oranları kadar temsil edilmeye başlayana dek kota şarttır.

the truth

~ irigitte fardot , 3/23/2008 1:11 ÖS

Why do women want to have kids?
Does anybody love one another more than they love themselves?

You know the answers.
I'm not bitter.
You'd better not be so.

Admit it.

Find your way.

Thanks to my dearests.

Yapay gündem

~ irigitte fardot , 3/02/2008 2:49 ÖS

İrem Hacıalioğlu
Şubat 2008, vesaIRe
Mart 2008, Radikal Genç

Uzun bir aradan sonra AKP – MHP işbirliği ile yeniden gündeme gelen, basının her kanalıyla istisnasız her gün karşımıza çıkan 'türban' tartışmaları, akademisyenleri, iş dünyasını, yazarları ve vatandaşları uzun süre oyaladı. Türban, herkesin hakkında bir şeyler söylemesi gerektiğini hissettiği bir konuya dönüştürüldü. Uzatıldı, abartıldı. Durum, konu sıkıntısı çeken köşe yazarlarının ve televizyon programcılarının işine yaradı. Başka kimin işine yaradı dersiniz?

AKP hükümeti uzunca bir süredir mecliste gizli oturumlarla görüşülen yasa tasarıları ile uğraşıyor, yeni kararlar alıyor, bunları uygulamaya koyuyor. Basına ufak sütunlarla yansıyan bu haberler kaçımızın dikkatini çekti? Türbana ayrılan sayfaların onda biri kadar bile sözü edilmeyen bu konular neler?


Örtülü Af

8 Şubat 2008’de, Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 231. maddesi ve İnfaz Kanunu’nun 98-101’inci maddelerini değiştiren “Temel Ceza Yasalarına Uyum Amacıyla Çeşitli Yasalarda ve Diğer Bazı Yasalarda Değişiklik Yapılmasına Dair 5728 Sayılı Yasa” yürürlüğe girdi. Bu değişikliklerle “2 yıldan az hapis cezası alan ve 2 yıldan az hapis istemiyle yargılanan” hükümlü, tutuklu ve sanıklara, hükmün açıklanmasının ertelenmesi olanağı, diğer bir deyişle 'örtülü af' getirildi.

Düzenlemenin, ruhsatsız silah bulundurmak, adam yaralamak, görevi kötüye kullanmak, haksız çıkar sağlamak, hırsızlık, elle-dille cinsel tacizde bulunmak ve kaçak elektrik kullanmak gibi suçlardan hüküm giyenleri, tutuklananları ya da yargılanmakta olanları serbest bırakmaya yönelik olduğu belirtildi. Ancak yasanın en çok ihya ettiği kesim kaçak elektrik kullananlar; çünkü Adalet Bakanlığı’nın ‘af’ olmadığı konusunda ısrar ettiği yasadan 708 bin abone faydalanacak!

Bu konuda, basının dikkat çekmediği nokta şuydu: Başbakan Erdoğan, Aralık 2007’de partisinin Haydarpaşa Lisesi’nde düzenlediği bayramlaşma toplantısında yaptığı konuşmada, “Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yüzde 65 oranında, elektrik kaçağı olduğunu” belirtmiş, “Türkiye'nin hırsızlardan temizlenmesi için hırsızlığa tanık olanların ihbar etmesini”¹ istemişti. Şubat ayında, daha önce söylediklerinin tamamen zıttını yansıtan ani bir af kararının alınmasının ardında yerel seçimlerin yaklaştığı gerçeği olabilir mi, ne dersiniz? “İktidar partisi erzak ve kömür yardımını, bir üst boyuta taşıyarak elinde olmayan belediyeleri ‘özgürlük’ karşılığı satın mı almaya çalışıyor?” diye sorsak, çok mu kötü niyetli oluruz? “Benim partimin birimleri içinde hırsızlar yer alamaz!” diyen bir başbakan, aynı partide hırsızlara özgürlük veren vekillerin bulunmasını nasıl dert etmez? Oy uğruna adaletin aksamasına göz yuman bir hükümet nasıl olur da hala idealinin ‘sosyal hukuk devleti’ olduğunu iddia edebilir?


Naylon faturalar, emekli maaşları

Sözü edilmeyen bir diğer gelişme ise Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ile ilgiliydi. Meclise sevkedilen bir vergi affı tasarısı ile vergi borçlularına uzlaşma fırsatı sunulduğunu ve kiminle, ne şekilde, nasıl uzlaşılacağı konularındaki kararların Uzlaşma Komisyonu’ndan alınıp tamamen Unakıtan’a verildiğini, bakanın adeta bir ‘süper yetki’ ile donatılmak istendiğini, ancak son anda CHP ve MHP’nin müdahalesiyle bundan vazgeçildiğini biliyor muydunuz? Naylon fatura düzenleyenlere af getirmesi planlanan tasarının, kendi hakkında da açılmış bir naylon fatura davası bulunan, ancak dokunulmazlık fezlekesi olduğu için yargılanamayan bir bakana, şeffaflıktan oldukça uzak böylesi bir yetki verilmeye çalışılması doğru mudur?

Mecliste görüşülen, “5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu”’ndaki ‘Güncelleme Katsayısı’nda değişiklik yapıldığını, kanunun meclisten geçmesi halinde emekli maaşlarının en az yüzde 25 oranında düşeceğini ve bugün 800 YTL olan emekli maaşının 600 YTL olacağını biliyor muydunuz? Aradaki 200 YTL, genel seçimler ve belediye seçimleri öncesinde dağıtılan erzaklarla karşılanır mı dersiniz?


“Az laf çok iş” mi, iktidar gösterisi mi?

Peki, eski meclis başkanı Bülent Arınç’ın meclise sunduğu yeni yasa teklifinde, muhalefet vekillerinin yasa tasarı ve teklifleri hakkındaki konuşmalarının süresinin kısaltılmasını önerdiğini duydunuz mu? Teklifin yasalaşması halinde, masum bir “Az laf, çok iş” mottosu mudur uygulamaya geçecek olan, yoksa çoksesliliğe, eşit temsil hakkında, kısaca demokrasiye darbe mi vurulmuş olur?

Son günlerde epey asabi olduğunu gözlemlediğimiz, yer ve zamanı umursamaksızın yaptığı sert ve ‘ya hep ya hiç’ tarzındaki konuşmalarıyla dikkat çeken, eleştirilere tahammülü olmayan başbakanın, birçok konuyu partisinin yetkili kurullarında tartışmaya açmadan gündeme getirmesine ne diyorsunuz? Örneğin, vekillerin türban konusunun gündeme getirileceğini, başbakanın İspanya’da yaptığı meşhur ‘velev ki’ sözleriyle öğrendiğini biliyor muydunuz? Bu saptamaya bir başka kanıt da ekomomiden sorumlu eski başbakan yardımcısı Abdüllatif Şener’in bir önceki dönem IMF ile yapılan stand-by anlaşmasının toplantı gündemine taşınmadığı ve kendisinin haberi olmadan imzalandığı yönündeki sözleri. Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınması ile ilgili kararın da Acil Eylem Planı’nda bulunmadığını belirten Şener, karar için “Planda yok ama gündemin temel maddesi haline dönüşüyor.” diyor! Erdoğan tek adamlığa mı soyunuyor, yoksa biz yönetim şeklimizi yanlış mı biliyoruz?

*

En az türban kadar önemli bu gelişmeler, yapay gündem maddeleriyle kamufle ediliyor. Basın mensuplarının daha bağımsız olmaya cesaret ettiği, hükümetin ise sözleriyle uygulamalarının bir olduğu günler umarız çok uzakta değildir.
_________________________________________
¹ www.basindabugun.com/index.php?sayfa=1392

Çelişki

~ irigitte fardot 2:26 ÖS

İrem Hacıalioğlu
Kasım 2007, vesaIRe

Sayıca en çok kadın milletvekilini meclise taşımasıyla övünen iktidar partisi, kurduğu bakanlar kurulunda aynı istikrarı sürdürmedi. Başbakan’ın geçtiğimiz ay KA-DER Başkanı Hülya Gülbahar ile yaşadığı kota tartışması ise iktidar partisinin kadın erkek eşitliği ve kadının siyasete katılması konularındaki samimiyetini tekrar düşündürdü.

AKP’nin, 22 Temmuz 2007’de yapılan Genel Seçimler’den önce tanıttığı kadın milletvekili adayları, kadınların meclisteki sayısının artmasını dileyen herkes tarafından heyecanla karşılanmıştı. AKP haklı olarak gururlanıyor, vekil adaylarıyla övünüyordu. Parti, düzenlediği seçim kampanyalarında hem bu konuya değiniyor hem de kadınlar için yaptıkları yeniliklerden söz edip oy talep ediyordu. Peki söylenenlerin hepsi gerçeği yansıtıyor muydu?

Seçimlerden kısa bir süre önce gazetelerde tam sayfa olarak yayınlanan, başlığı “Önce İnsan, Önce Kadınlarımız” olan ilanda “Kadınlarımızın TBMM’de daha etkin temsil edilmesi için en fazla kadın milletvekili adayını biz gösterdik.” deniyordu. Oysa istatistikler (“Seçim Listelerinde Kadın Adayı Sayısı ve Oranları”, KA-DER) tam tersine işaret etmekteydi; AKP gösterdiği 62 kadın adayla (Tüm adayların yalnızca %11’i), partilerin kadın milletvekili aday sayılarının verildiği listede HYP, GP, DP, LDP, İP ve DEHAP’tan sonra geliyordu. Kampanyayı hazırlayanların bir an için “azlık-çokluk” kavramlarını karıştırdığını düşünelim ve bir sonraki maddeyi inceleyelim: “81 ilden birer kadın aday çıkaracağız.” Yine istatistiklere dönecek olursak AKP’nin 81 ilin yalnızca 34’ünden kadın aday gösterdiğini, bu adayların hiçbirinin ilk sırada olmadığını, ilk 3’e giren kadın aday sayısının ise 12 olduğunu görüyoruz. Yani bu kampanyayı hazırlayanlar ya matematikten anlamıyor ya da “Biz ne işimize geliyorsa onu söyleyelim, nasıl olsa kimse söylediklerimizle yaptıklarımızın tutup tutmadığını kontrol etmez.” deyip seçmeni aptal yerine koyuyor. Siz hangi varsayımı tercih ederdiniz?

Tüm bunların gözden kaçan küçük(!) birer hata olduğunu düşünerek diğer maddeleri de inceleyelim. Başbakan Erdoğan’ın bir fotoğrafına da yer veren ilanda başka bir madde ise şöyle: “Kadın-erkek eşitliği ve istihdamında önemli yasal düzenlemeler yaptık. Kadınlara karşı her türlü ayrımcılıkla mücadele ettik.” İşte bu düzenlemelerin, bu mücadelenin gerçekten etkin bir biçimde yapıldığına inanmayı çok isterdim. Ancak İRİS Eşitlik Gözlem Grubu’nun Michigan Üniversitesi ve Uluslararası Çalışma Örgütü’nün katkılarıyla gerçekleştirdiği "Kamu Sektöründe Yönetici Kadınlar" araştırmasının sonuçlarına göre kamuda ve özel sektörde çalışan kadınların oranı yüzde 40’lardan yüzde 25’e düşmüş durumda. Ayrıca çalışan kadınlar bir yılda erkeklerin yıllık kazancının yalnızca yüzde 34.4’ünü kazanıyor ve işsiz genç nüfusun yüzde 88’ini kadınlar oluşturuyor. Yani AKP’nin kadınlara karşı her türlü ayrımcılıkla mücadele etme çabası yetersiz kalmışa benziyor, çünkü işverenler istihdam için erkekleri tercih ediyor. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun hazırladığı “Avrupa İstihdam Stratejisi ve İşgücü Piyasası Gelişmeleri” başlıklı araştırmaya göre ise Türkiye, yüzde 24,3 ile OECD ülkeleri içinde kadın istihdam oranının en düşük olduğu ülke durumunda bulunuyor.

AKP’nin ilanındaki bir başka madde ise “Aile içi şiddet, töre ve namus cinayetleri ile bilinçlendirme çalışmalarına öncelik verdik.” şeklinde. Oysa Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 2006 yılı Ocak ve Eylül aylarında Türkiye geneli polis sorumluluk alanında meydana gelen şahsa ve mala karşı işlenen asayiş olaylarını baz alarak yaptığı araştırmaya göre, Türkiye’de her 31 dakikada bir aile içi şiddet olayı yaşanıyor. Kadın kuruluşlarının verileri de aile içi şiddet ve töre cinayetlerinin arttığı yönünde. Görülüyor ki yine bir tutarsızlık söz konusu.

Şimdi tüm bu verileri unutup TBMM’ye en çok kadın vekilini AKP’nin taşıdığı gerçeğinden hareket edelim. Evet, AKP’nin kadın aday sayısı diğer partilerin aday sayısından azdı, ama seçim zaferiyle doğru orantılı olarak en çok kadın milletvekili (29 vekil) bu partiden çıktı. TBMM’deki kadın sayısı bir önceki dönem 24 iken, yeni dönemde 50 oldu. Oran yüzde 10’un altında kalmış olsa da kadın milletvekili sayısının ikiye katlanması demokrasi adına bir başarıydı. Bu başarının, bakanlar kurulunda eskisinden çok kadına yer verilerek taçlandırılması gerekirdi. Ancak ne yazık ki Başbakan Erdoğan, kendisiyle birlikte yirmi beş kişiden oluşan bakanlar kurulunda, yalnızca bir kadın bakana yer vermeyi tercih etti – Nimet Çubukçu, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı. Sizce de bu durum, kadınların okumasına, istihdamına, siyasette aktif olarak görev almasına destek verdiğini söyleyen bir parti için samimiyetten oldukça uzak bir görüntü arz etmiyor mu?

Bu samimiyetsiz tabloya son noktayı ise Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz ay, yeni yasama yılının başlaması nedeniyle verilen resepsiyonda, kendisinden seçimlerde kadınlar için kota uygulamasına geçilmesini talep eden Kadın Adayları Destekleme Derneği (KA-DER) Başkanı Hülya Gülbahar ile yaşadığı tartışma koydu. “Ruanda’da bile kota uygulaması var!” diyerek kadınlara temsilde eşitlik sağlanmasını isteyen Gülbahar’a, “Ben kotayı eşitlik olarak görmüyorum. Zaten eşit katılım şu anda var, niye adil olmuyorsun? Sen kendin gidip kazanıp alamıyorsun... Kardeşim git, kazan, al. Kota uygulaması bütün dünyada yok. Başka yerlerde var diye anlatamazsın. ABD'de kota var mı? Fransa'da kota kaç? Sen Ruanda mı olmak istiyorsun, buyur Ruanda ol, bu kadar! Benim Kadın Kollarım bu konuda KADER'den çok daha samimi, bunu da bilin.” diye cevap verdi.

Başbakan’ın önemli bir kadın örgütünün başkanıyla ciddiyetten bu denli uzak bir üslupla konuşmasını bir kenara bırakalım (Ne de olsa alıştık!) ve Gülbahar’a sorduğu sorulara cevap arayalım. Başbakan bilmiyor olabilir ama en azından bizler araştırıp öğrenelim; Fransa ve Ruanda da dahil olmak üzere 98 ülkede kota uygulaması var. Uygulama bazı ülkelerde anayasal düzenleme ile bazı ülkelerde ise seçim kanunuyla düzenleniyor. Türkiye de ise böyle bir uygulama olmadığı için partiler bu düzenlemeye ‘isterlerse’ kendi tüzüklerinde yer veriyor. Ortaya da parlamentoda kadın katılımı konusunda dünyadaki 119 ülkenin içinde 114. sıraya yerleşen bir Türkiye çıkıyor.

Bize de AKP’nin söyledikleri ve yaptıkları arasındaki sayısız farkı bulmak düşüyor.

aye captain

~ irigitte fardot , 2/25/2008 3:34 ÖS

testing if it works