Karar alma mekanizmalarında cinsiyet eşitliği
~ irigitte fardot , 5/21/2008 9:15 ÖÖ
Mayıs 2008, Patavatsız Dergi
Mayıs-Haziran 2008, vesaIRe
Üzerine düşünmeyi tercih etmeden, aldığımız gibi aktardığımız bazı şeyler var hayatımızda; zihnimize yazdığımız bazı kodlar, sorgulamadan kabullendiğimiz, yalnızca hamallığını yaptığımız bazı geleneksel bilgiler… Hadi birini itiraf edelim: Bazı iş ve meslekler cinsiyetlendirilmiştir toplumlar tarafından, bir işi erkek yapabilirken kadın yapamaz ya da tam tersi; bir iş tamamen kadın işidir, erkeğin yapması saçma olur. Bu ön kabulu aynen alıp dünyamızı buna göre kurmuyor muyuz? Kaçımız yıkıyor bu kalıpları, kaçımız hazır olanla değil kendi ürettiği ile yaşayabiliyor?
Bu durumun yüzlerce örneği var aslında – biri de siyasetle; siyasetin, ya da seçimle gelinen herhangi bir karar alma mekanizmasının ‘erkek işi’ olduğuyla ilgili… Kimse bunu açık açık söylemiyor pek tabii. Ancak somut veriler bu durumu kabullendiğimizi, “siyasetçi/yönetici=erkek” eşitliğini içselleştirdiğimizi kanıtlıyor ne yazık ki. Zira siyasetteki ve karar alma mekanizmalarındaki kadın temsili yok denecek kadar az.
Bu somut verilere değinmeden önce kadınları ilgilendiren bazı kavramlarla ilgili idealist ve 'in a perfect world' yorumlarımı paylaşmak istiyorum en ukala halimle. Ardından oranlardan söz edip kafa karıştırmaya girişeceğim izninle.
*
Ne zaman, nerede 'kadın hakları' dendiğini duysam bunu diyen kişiyi sinirli bir şekilde süzmekten kendimi alamam. Bu iki sözcük, yan yana gelince beni geriyor. Tahmin edebileceğin gibi amaç kadın ve erkek eşitliğini sağlamakken insan hakları yerine kadın haklarından söz etmenin eşitsizliği meşrulaştırmamıza neden olduğunu düşünüyorum.
Tabii bir de 'kadın kolları' var… Aklıma, şu anda bu satırları yazmamı sağlayan parmaklarımı (ve nihayetinde ellerimi) gövdeme bağlayan güzel uzuvlarımdan başka bir şey getirmeyen bu kavram, ülkemin tüm ultra demokratik siyasi partilerinde 'çalışma grubu' olarak tezahür etmekte. Oysa partiye normal üyeyken yapılabilecek şeyler, kadınları partiden böylesine ayırarak yapılacaksa hiç yapılmasın daha iyi. Çünkü kadın kolları olgusu kendi içinde fena halde çelişiyor; ayrımcılıktan yakınanlar eşitliği kadınları partiden ayırmakta arıyor. Ve bu kollar çoğunlukla, kadın politikaları olmayan/üretmeyen partilerin uydusu olmaktan öteye gidemiyor, politik olup politikayla ilgilenmeyen örgütlere dönüşmekten kurtulamıyor.
Buraya kadar her şey tamam, şimdiye kadar paylaştığım düşünceleri hala savunuyorum. Ancak bir 'pozitif ayrımcılık' kavramı var ki, yine bu düşüncelerimin temeli yüzünden beni derin düşüncelere gark etti.
Pozitif ayrımcılık, doğası gereği ayrımcılığın yapıldığı grup için pozitif bir durum oluşturuyor ama kalanlar için olumsuzluğa neden olma ihtimali var. "Sen verme ben alırım”cı bünyem, bu kavrama gıcık oldu önce. Buna mukabil siyasi partilerdeki, kamudaki ve özel şirketlerdeki kadın kotası tartışmaları da anlamsızdı benim için başlarda. Kadınların karar alma mekanizmalarında sayılarının artmasının en ateşli destekçilerinden biriydim ama kota konusu açıldığında beynim bunu hakkın ‘alınması’ değil ‘verilmesi’ olarak algılıyordu. Kotayı savunup mükemmeliyetçi, ideallerinden ödün vermeyen fikir insanı kimliğimden sıyrılamazdım.
*
Sonra Başbakan Erdoğan’ın Ekim 2007’de Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (KA-DER) Başkanı Hülya Gülbahar ile yaşadığı kota tartışması dikkatimi çekti. Sayıca en çok kadın milletvekilini meclise taşımasıyla övünen iktidar partisinin genel başkanı, seçim öncesinde gazetelere verdiği tam sayfa ilanlarda en fazla kadın adayı partisinin gösterdiğini söylüyor, 81 ilden birer kadın adayı çıkaracaklarını vaadediyordu. Seçim sonrasında en fazla kadın adayın AKP’den gösterilmediği gerçeği çıktı önce ortaya (“Seçim Listelerinde Kadın Adayı Sayısı ve Oranları”, KA-DER). Ardından da, AKP’nin 81 ilin yalnızca 34’ünden kadın aday gösterdiğini, bu adayların hiçbirinin ilk sırada olmadığını, ilk 3’e giren kadın aday sayısının ise 12 olduğunu öğrendik. Başbakan ve partisi yeterince samimi değildi…
Üstüne üstlük başbakan kendisine “Ruanda’da bile kota uygulaması var!” diyerek kadınlara temsilde eşitlik sağlanmasını isteyen Gülbahar’a, “Zaten şu anda eşit katılım var, niye adil olmuyorsun? Neden kendin gidip kazanamıyorsun? Kardeşim git, kazan, al. Kota uygulaması bütün dünyada yok. ABD'de kota var mı? Fransa'da kota kaç? Ruanda mı olmak istiyorsun, buyur Ruanda ol, bu kadar!” diye cevap verdi. Başbakan ve partisi yeterince ciddi ve nazik de değildi…
Bu tartışmadan sonra konuyu araştırmaya başladım. Fransa ve Ruanda da dahil olmak üzere 98 ülkede kota uygulamasının olduğunu, uygulamanın bazı ülkelerde anayasal düzenleme ile bazı ülkelerde ise seçim kanunuyla düzenlendiğini öğrendim. Türkiye de ise böyle bir uygulama olmadığı için partilerin bu düzenlemeye ‘isterlerse’ kendi tüzüklerinde yer verdiklerini, ortaya da parlamentoda kadın katılımı konusunda dünyadaki 189 ülkenin içinde Malezya ile 134. sıraya yerleşen bir Türkiye çıktığını gördüm. Başbakan ve partisi konu hakkında yeterli bilgiye vakıf değildi…
*
Bulduğum diğer veriler dehşet vericiydi. 1935’te yapılan ilk genel seçimlerde yüzde 4,6 ile 18 kadının girdiği TBMM, tam 67 yıl sonra 2002 yılında kadının yalnızca yüzde 4,4’lük oranda temsil edildiği bir yere dönüşmüştü. Genel sıralamada Arap ülkelerinin gerisindeydik. Son seçimde ise 50 kadın milletvekili ile yüzde 9,1’e ulaştık. Yine Avrupa, Asya ve dünya ortalamalarının gerisindeydik ancak bu kez nihayet Arap ülkelerini geçmeyi başardık.
Durum yerel yönetimlerde daha da vahimdi. Türkiye’de yerel yönetimlerde 3225 erkeğe karşılık yalnızca 18 kadın görevdeydi. 81 ilden yalnızca birinde kadın belediye başkanımız, kabinede ise bir tek kadın bakanımız vardı (ki tarihimizde de en çok 2 kadın bakan oldu aynı dönemde), o da Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı idi, cinsiyeti yüzünden ilgilenebileceği, üstesinden gelebileceği tek görev buymuş gibi!
Eğitim alanındaki pozisyonlarda ise makam yükseldikçe kadın oranının hızlı bir şekilde düştüğüne tanık oldum. Okul öncesi öğretmenlerinin yüzde 95’inin kodlanmışçasına (“Çocuklara yalnızca kadınlar bakar” kodu) kadınlardan oluştuğunu, okul yöneticilerinde ise bu oranın 7’ye gerilediğini öğrendim. Özel sektörde ise kadın yönetici oranı yüzde 6, cinsiyetler arası ücret farkı yüzde 22’ydi! Üstelik tüm bu oranlar, birçok konuda kıstas olarak aldığımız AB oranlarıyla karşılaştırılamayacak düzeydeydi.
*
Şu sıcak havada soğuk duş etkisi yapan bu veriler, kota meselesine ve dolaylı olarak pozitif ayrımcılığa (ve hatta kendime itiraf etmekte zorlansam da 'kadın hakları' kavramına) farklı bir açıdan bakmamı sağladı. Evet, pozitif ayrımcılık, bir grubu başka bir gruba göre ayrıcalıklı kılıyordu. Ama söz konusu geleneksel iş bölümüne, cinsiyet rollerine uymak durumunda kalan, kendisine biçilen hareket alanın dışına çıkmakta zorlanan, fırsat-kaynak eşitsizliği yaşayan, gücü yetenin kazandığı hiyerarşik bir düzende varolma savaşı veren ve tüm bunları yalnızca kadın olduğu için yaşayan kadınlarsa evet, pozitif ayrımcılık artık eşitlik adına atılmış bir adımdır.
Bu durumda, tüm bu 'kadın sorunları'nın çözümü için kadınların karar alma mekanizmalarına gelme zorunluluğu zuhur eder. Özel sektörün, o büyük, çok büyük yöneticileri, kurmaylarıyla el ele verip zaten istediklerini alacak olan kadınların işlerini yokuşa sürmekten vazgeçmelidir. Devlet erkanı ise seçim öncesi göz boyamaktan fazlasını yapmalı, göstermelik, asla seçilmeyecek yerlere konmuş adaylardan oluşan listeler hazırlamayı bırakıp adayların gerçek bir seçim yarışına hazırlanmasına destek olmalıdır. Bunun adı (yine 'kadın hakları' sorunsalından yola çıkacak olursak) kadın kotası değil, cinsiyet kotasıdır.
*
Sonuç olarak kadınlar gerek kamuda, gerek özel sektörde, gerek siyasette, kısacası karar alma mekanizmalarının her kademesinde nüfustaki oranları kadar temsil edilmeye başlayana dek kota şarttır.
Üzerine düşünmeyi tercih etmeden, aldığımız gibi aktardığımız bazı şeyler var hayatımızda; zihnimize yazdığımız bazı kodlar, sorgulamadan kabullendiğimiz, yalnızca hamallığını yaptığımız bazı geleneksel bilgiler… Hadi birini itiraf edelim: Bazı iş ve meslekler cinsiyetlendirilmiştir toplumlar tarafından, bir işi erkek yapabilirken kadın yapamaz ya da tam tersi; bir iş tamamen kadın işidir, erkeğin yapması saçma olur. Bu ön kabulu aynen alıp dünyamızı buna göre kurmuyor muyuz? Kaçımız yıkıyor bu kalıpları, kaçımız hazır olanla değil kendi ürettiği ile yaşayabiliyor?
Bu durumun yüzlerce örneği var aslında – biri de siyasetle; siyasetin, ya da seçimle gelinen herhangi bir karar alma mekanizmasının ‘erkek işi’ olduğuyla ilgili… Kimse bunu açık açık söylemiyor pek tabii. Ancak somut veriler bu durumu kabullendiğimizi, “siyasetçi/yönetici=erkek” eşitliğini içselleştirdiğimizi kanıtlıyor ne yazık ki. Zira siyasetteki ve karar alma mekanizmalarındaki kadın temsili yok denecek kadar az.
Bu somut verilere değinmeden önce kadınları ilgilendiren bazı kavramlarla ilgili idealist ve 'in a perfect world' yorumlarımı paylaşmak istiyorum en ukala halimle. Ardından oranlardan söz edip kafa karıştırmaya girişeceğim izninle.
*
Ne zaman, nerede 'kadın hakları' dendiğini duysam bunu diyen kişiyi sinirli bir şekilde süzmekten kendimi alamam. Bu iki sözcük, yan yana gelince beni geriyor. Tahmin edebileceğin gibi amaç kadın ve erkek eşitliğini sağlamakken insan hakları yerine kadın haklarından söz etmenin eşitsizliği meşrulaştırmamıza neden olduğunu düşünüyorum.
Tabii bir de 'kadın kolları' var… Aklıma, şu anda bu satırları yazmamı sağlayan parmaklarımı (ve nihayetinde ellerimi) gövdeme bağlayan güzel uzuvlarımdan başka bir şey getirmeyen bu kavram, ülkemin tüm ultra demokratik siyasi partilerinde 'çalışma grubu' olarak tezahür etmekte. Oysa partiye normal üyeyken yapılabilecek şeyler, kadınları partiden böylesine ayırarak yapılacaksa hiç yapılmasın daha iyi. Çünkü kadın kolları olgusu kendi içinde fena halde çelişiyor; ayrımcılıktan yakınanlar eşitliği kadınları partiden ayırmakta arıyor. Ve bu kollar çoğunlukla, kadın politikaları olmayan/üretmeyen partilerin uydusu olmaktan öteye gidemiyor, politik olup politikayla ilgilenmeyen örgütlere dönüşmekten kurtulamıyor.
Buraya kadar her şey tamam, şimdiye kadar paylaştığım düşünceleri hala savunuyorum. Ancak bir 'pozitif ayrımcılık' kavramı var ki, yine bu düşüncelerimin temeli yüzünden beni derin düşüncelere gark etti.
Pozitif ayrımcılık, doğası gereği ayrımcılığın yapıldığı grup için pozitif bir durum oluşturuyor ama kalanlar için olumsuzluğa neden olma ihtimali var. "Sen verme ben alırım”cı bünyem, bu kavrama gıcık oldu önce. Buna mukabil siyasi partilerdeki, kamudaki ve özel şirketlerdeki kadın kotası tartışmaları da anlamsızdı benim için başlarda. Kadınların karar alma mekanizmalarında sayılarının artmasının en ateşli destekçilerinden biriydim ama kota konusu açıldığında beynim bunu hakkın ‘alınması’ değil ‘verilmesi’ olarak algılıyordu. Kotayı savunup mükemmeliyetçi, ideallerinden ödün vermeyen fikir insanı kimliğimden sıyrılamazdım.
*
Sonra Başbakan Erdoğan’ın Ekim 2007’de Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (KA-DER) Başkanı Hülya Gülbahar ile yaşadığı kota tartışması dikkatimi çekti. Sayıca en çok kadın milletvekilini meclise taşımasıyla övünen iktidar partisinin genel başkanı, seçim öncesinde gazetelere verdiği tam sayfa ilanlarda en fazla kadın adayı partisinin gösterdiğini söylüyor, 81 ilden birer kadın adayı çıkaracaklarını vaadediyordu. Seçim sonrasında en fazla kadın adayın AKP’den gösterilmediği gerçeği çıktı önce ortaya (“Seçim Listelerinde Kadın Adayı Sayısı ve Oranları”, KA-DER). Ardından da, AKP’nin 81 ilin yalnızca 34’ünden kadın aday gösterdiğini, bu adayların hiçbirinin ilk sırada olmadığını, ilk 3’e giren kadın aday sayısının ise 12 olduğunu öğrendik. Başbakan ve partisi yeterince samimi değildi…
Üstüne üstlük başbakan kendisine “Ruanda’da bile kota uygulaması var!” diyerek kadınlara temsilde eşitlik sağlanmasını isteyen Gülbahar’a, “Zaten şu anda eşit katılım var, niye adil olmuyorsun? Neden kendin gidip kazanamıyorsun? Kardeşim git, kazan, al. Kota uygulaması bütün dünyada yok. ABD'de kota var mı? Fransa'da kota kaç? Ruanda mı olmak istiyorsun, buyur Ruanda ol, bu kadar!” diye cevap verdi. Başbakan ve partisi yeterince ciddi ve nazik de değildi…
Bu tartışmadan sonra konuyu araştırmaya başladım. Fransa ve Ruanda da dahil olmak üzere 98 ülkede kota uygulamasının olduğunu, uygulamanın bazı ülkelerde anayasal düzenleme ile bazı ülkelerde ise seçim kanunuyla düzenlendiğini öğrendim. Türkiye de ise böyle bir uygulama olmadığı için partilerin bu düzenlemeye ‘isterlerse’ kendi tüzüklerinde yer verdiklerini, ortaya da parlamentoda kadın katılımı konusunda dünyadaki 189 ülkenin içinde Malezya ile 134. sıraya yerleşen bir Türkiye çıktığını gördüm. Başbakan ve partisi konu hakkında yeterli bilgiye vakıf değildi…
*
Bulduğum diğer veriler dehşet vericiydi. 1935’te yapılan ilk genel seçimlerde yüzde 4,6 ile 18 kadının girdiği TBMM, tam 67 yıl sonra 2002 yılında kadının yalnızca yüzde 4,4’lük oranda temsil edildiği bir yere dönüşmüştü. Genel sıralamada Arap ülkelerinin gerisindeydik. Son seçimde ise 50 kadın milletvekili ile yüzde 9,1’e ulaştık. Yine Avrupa, Asya ve dünya ortalamalarının gerisindeydik ancak bu kez nihayet Arap ülkelerini geçmeyi başardık.
Durum yerel yönetimlerde daha da vahimdi. Türkiye’de yerel yönetimlerde 3225 erkeğe karşılık yalnızca 18 kadın görevdeydi. 81 ilden yalnızca birinde kadın belediye başkanımız, kabinede ise bir tek kadın bakanımız vardı (ki tarihimizde de en çok 2 kadın bakan oldu aynı dönemde), o da Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı idi, cinsiyeti yüzünden ilgilenebileceği, üstesinden gelebileceği tek görev buymuş gibi!
Eğitim alanındaki pozisyonlarda ise makam yükseldikçe kadın oranının hızlı bir şekilde düştüğüne tanık oldum. Okul öncesi öğretmenlerinin yüzde 95’inin kodlanmışçasına (“Çocuklara yalnızca kadınlar bakar” kodu) kadınlardan oluştuğunu, okul yöneticilerinde ise bu oranın 7’ye gerilediğini öğrendim. Özel sektörde ise kadın yönetici oranı yüzde 6, cinsiyetler arası ücret farkı yüzde 22’ydi! Üstelik tüm bu oranlar, birçok konuda kıstas olarak aldığımız AB oranlarıyla karşılaştırılamayacak düzeydeydi.
*
Şu sıcak havada soğuk duş etkisi yapan bu veriler, kota meselesine ve dolaylı olarak pozitif ayrımcılığa (ve hatta kendime itiraf etmekte zorlansam da 'kadın hakları' kavramına) farklı bir açıdan bakmamı sağladı. Evet, pozitif ayrımcılık, bir grubu başka bir gruba göre ayrıcalıklı kılıyordu. Ama söz konusu geleneksel iş bölümüne, cinsiyet rollerine uymak durumunda kalan, kendisine biçilen hareket alanın dışına çıkmakta zorlanan, fırsat-kaynak eşitsizliği yaşayan, gücü yetenin kazandığı hiyerarşik bir düzende varolma savaşı veren ve tüm bunları yalnızca kadın olduğu için yaşayan kadınlarsa evet, pozitif ayrımcılık artık eşitlik adına atılmış bir adımdır.
Bu durumda, tüm bu 'kadın sorunları'nın çözümü için kadınların karar alma mekanizmalarına gelme zorunluluğu zuhur eder. Özel sektörün, o büyük, çok büyük yöneticileri, kurmaylarıyla el ele verip zaten istediklerini alacak olan kadınların işlerini yokuşa sürmekten vazgeçmelidir. Devlet erkanı ise seçim öncesi göz boyamaktan fazlasını yapmalı, göstermelik, asla seçilmeyecek yerlere konmuş adaylardan oluşan listeler hazırlamayı bırakıp adayların gerçek bir seçim yarışına hazırlanmasına destek olmalıdır. Bunun adı (yine 'kadın hakları' sorunsalından yola çıkacak olursak) kadın kotası değil, cinsiyet kotasıdır.
*
Sonuç olarak kadınlar gerek kamuda, gerek özel sektörde, gerek siyasette, kısacası karar alma mekanizmalarının her kademesinde nüfustaki oranları kadar temsil edilmeye başlayana dek kota şarttır.